Ana Sayfa Yargı Kararları Y1HD 7.5.2009 E.2009/4531 K.2009/5348

Y1HD 7.5.2009 E.2009/4531 K.2009/5348

1181
0

– Tapu İptali (İnançlı İşlem – Tapu Siciline İyiniyetli Dayanma)
– İnançlı İşlemler (Teminat Olarak Devredilen Mülkiyetin Elden Çıkartılması)
– Namı Müstear
– Tapu Siciline İyiniyetle Dayanma (İnançlı İşlemler Edinilen Taşınmazın Elden Çıkarılması)
– Gayrımenkul Rehni (Taşınmazın İnançlı İşlemler Devri)
– İfa Uğruna Edim –

TMK.1023 818 Sa.Ka.18,19,20,81 743 Sa.Ka.873

1. İddianın ileri sürülüş biçimi ve içeriğine göre, taraflar arasındaki çekişmenin teminat mukabili temlikten (inançlı işlemden) kaynaklandığı açıktır.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan MK.`nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulu`nun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.

2. İnanç Sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestce satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir.
Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
Davacı, dosyaya mübrez tarihsiz tarafların imzasını havi belgeyi ibraz ederek, davalı Fatih`ten aldığı borcu ödediğini ve taşınmazın temlikinin sebebinin ortadan kalktığını, oysa Fatih tarafından taşınmazın muvazaalı olarak diğer davalı Abdurrahman`a temlik edildiğini ileri sürerek eldeki davayı açmış, mahkemece anılan ve taraflar arasında düzenlene belgeye itibar edilmeyerek davanın reddine karar verilmiştir.

3. İnanç Sözleşmesinin yazılı belge ile kanıtlanması zorunludur. Anılan belgenin resmi şekilde yapılmasına gerek bulunmamaktadır. Dosyaya ibraz edilen tarihsiz belgedeki imzalar ve münderecaatına karşı çıkılmamış ve inkar edilmemiştir. O halde, anılan belge gözetildiğinde, yapılan temlikin teminat karşılığı olduğu açıktır.
Mahkemece yanılgılı değerlendirme ile anılan belgenin İçtihadı Birleştirme Kararının öngördüğü belge niteliğini taşımadığı benimsenmek suretiyle neticeye gidilmesi isabetsizdir.

DAVA ve KARAR:

Taraflar arasında görülen davada, davacı, adına kayıtlı 1 parselde 64 no`lu bağımsız bölümü borç para aldığı davalı Fatih`e teminat olarak verdiğini, borcunu ödemesine rağmen taşınmazın iade edilmediğini, Fatih`in daha sonra taşınmazı iş ortağı olan davalı Abdurrahman`a devrettiğini ileri sürerek, kaydın iptali ile adına tescilini istemiştir.
Davalılar, davacının iddialarının doğru olmadığını belirtip, davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, davacının iddialarının yazılı delil ile kanıtlayamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Karar, davacı vekili tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:

YARGITAY 1. HUKUK DAİRESİ KARARI:

Dava, tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir.

Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.

Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; davacı Mefkure`nin 1 parseldeki maliki olduğu 64 no`lu bağımsız bölümü davalılardan Fatih`ten kardeşi ile birlikte aldığı borcun karşılığı olarak Fatih`e 3.9.2001 tarihinde satış suretiyle devrettiği, Fatih`in de 20.4.2004 tarihinde yine satış şeklinde taşınmazı diğer davalı Abdurrahman`a intikal ettirdiği anlaşılmaktadır.

Davacı, dosyaya mübrez tarihsiz tarafların imzasını havi belgeyi ibraz ederek davalı Fatih`ten aldığı borcu ödediğini ve taşınmazın temlikinin sebebinin ortadan kalktığını, oysa Fatih tarafından taşınmazın muvazaalı olarak diğer davalı Abdurrahman`a temlik edildiğini ileri sürerek eldeki davayı açmış, mahkemece anılan ve taraflar arasında düzenlenen belgeye itibar edilmeyerek davanın reddine karar verilmiştir. İddianın ileri sürülüş biçimi ve içeriğine göre, taraflar arasındaki çekişmenin teminat mukabili temlikten (inançlı işlemden) kaynaklandığı açıktır.

Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan MK.`nın 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulu`nun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.

Hemen belirtilmelidir ki, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad.81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçlan belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanunu`nun 19. ve 20. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestce satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri Hukuk Sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.

Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun`un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı, zira Borçlar Kanunu`nun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasası`nın 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin Kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadi Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.

Belirtilen İçtihadi Birleştirme Kararı`nda da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

İçtihadi Birleştirme Kararı`nın sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir.

Somut olaya gelince; gerçekten de davalı Fatih ve davacı Mefkure tarafından düzenlenen tarihsiz fotokopisi dosyaya ibraz edilen belgede, davacının davalı Fatih`ten borç para aldığı ve borcunu ödediği, ancak kardeşi olan Macide`nin de davalı Fatih`ten 350.000.- Dolar borç aldığı, borç ödendiğinde iade edilmesi kararlaştırılarak davacının maliki olduğu taşınmazı teminat almak üzere davalı Fatih`e temlik ettiği, onun tarafından da diğer davalıya intikal ettirildiği yapılan yazılı sözleşme ve dosya kapsamı ile sabittir.

Hemen belirtilmelidir ki, yukarıda değinildiği üzere; taraflar arasındaki çekişmenin 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadi Birleştirme Kararı gereğince yazılı belge ile kanıtlanması zorunludur. Anılan belgenin resmi şekilde yapılmasına gerek bulunmamaktadır.

Dosyaya ibraz edilen tarihsiz belgedeki imzalar ve münderecaatına karşı çıkılmamış ve inkar edilmemiştir. O halde, anılan belge gözetildiğinde, yapılan temlikin teminat karşılığı olduğu açıktır. Keza, davacı Mefkure`nin davalı Fatih`e olan borcu anılan belge muhtevasında da belirtildiği üzere ödenmek suretiyle son bulmakla beraber, kardeşi olan Macide yönünden de tekaffül edildiği gözetildiğinde Borçlar Kanunu`nun 81. maddesi hükmü uyarınca anılan borcun ödenip ödenmediğinin açıklığa kavuşturulması gerekir. Oysa, mahkemece yanılgılı değerlendirme ile anılan belgenin İçtihadi Birleştirme Kararının öngördüğü belge niteliğini taşımadığı benimsenmek suretiyle neticeye gidilmiştir.

Halbuki, yukarıda değinilen ilkeler karşısında söz konusu belgenin taşınmazın naklinin sebebini teşkil eden belge niteliği taşıdığı tartışmasızdır.

Öyleyse, öncelikle Borçlar Kanunu`nun 81. maddesi hükmü gereğince Macide`nin davalı Fatih`e herhangi bir borcunun bulunup bulunmadığının, borcun ödenip ödenmediğinin saptanması, herhangi bir borcunun olmadığının saptanması halinde, diğer davalı Abdurrahman yönünden Türk Medeni Kanunu`nun 1023. maddesi hükmü uyarınca edinmesinde iyiniyetli olup olmadığının tespit edilmesi ve değerlendirilmesi, ondan sonra bir karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.

SONUÇ: Davacının bu yöne değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün BOZULMASINA, oybirliği ile karar verildi.

Y.1.H.D. 7.5.2009 E.2009/4531 K.2009/5348

Önceki İçerikYHGK 15.7.2009 E.2009/4-276 – K.2009/396
Sonraki İçerikY9HD 11.3.2010 E.2008/21713 – K.2010/6562

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.