– Muris Muvazaası (Tapu İptali – Murisin Satışa İhtiyacının Olmaması – Davalıların Alım Gücünün Bulunmaması)
– Miras Taksim Sözleşmesinin Uygulanamaz Hale Getirilmesi
– Tapu İptali (Muris Muvazaası)
– Mirasçının Alım Gücü (Muris Muvazaası)
– Murisin Satışa İhtiyacı Bulunmaması (Muris Muvazaası)
HUMK.428, 440 – TMK.612, 677, 678 – BK.18 –743 Sa.Ka.613
Dava, muris muvazaasına dayalı olarak miras payı oranında tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, muris ile mirasçılar arasında imzalanan miras taksim sözleşmesinin geçerli olup olmadığı ile murisin dava konusu taşınmazları diğer mirasçılardan mal kaçırmak kasdıyla ve danışıklı olarak temlik ettiğinin kanıtlanıp kanıtlanamadığı noktalarında toplanmaktadır.
1. Miras Taksim Sözleşmesi yöntemine uygun düzenlense dahi murisin sözleşmeye konu mallar üzerindeki tasarruf yetkisi sona ermez.
Mirasbırakan Çelebi Al’da tasarruf yetkisinde bulunan sözleşmeye konu taşınmaz mallarının tamamını sağlığında devrederek elden çıkartmak ve terekede mal bırakmamak suretiyle sözleşmeyi uygulanamaz, dolayısıyla da geçersiz duruma getirmiş; yapılan taksim sözleşmesinden vazgeçmiştir. Durum bu olunca, miras taksim sözleşmesinin hukuki varlığını sürdürdüğünden ve uygulanabilir olduğundan söz edilemez.
2. Murisin dava dışı kişilere mal satımını gerektirecek bir ihtiyacının olmaması, davalıların satım sözleşmelerine konu taşınmazları alım güçlerinin bulunmaması, bir kısım davalıların satım işlemi tarihlerindeki yaşları ve tüm dosya kapsamı gözetildiğinde miras bırakanın asıl amacının miras sözleşmesi veya satış yapmak değil, kız çocuklarından mal kaçırmak amacıyla muvazaalı olarak temlik işlemi gerçekleştirmek olduğunun kabulü gerekir.
Muris tarafından yapılan devir işlemlerinin muvazaa nedeniyle geçersiz olduğunun kabulü ile tüm taşınmazlar yönünden davanın kabulüne karar verilmesi gerekir.
DAVA ve KARAR:
Taraflar arasındaki “tapu iptal ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda;
Bismil Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 12.9.2007 gün ve 2007/90 E. – 2007/202 K. sayılı kararın incelenmesinin davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 25.2.2009 gün ve 2009/880 E. – 2009/2432 K. sayılı ilamı;
(“…Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı, pay oranında iptal ve tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden, ortak mirasbırakan kayden 1318 doğumlu Çelebi Al`ın 1988 tarihinde vefat ettiği;
Geriye mirasçı olarak davacı Zübeyde ile davalılardan Osman`ı ve dava dışı Mencide (Ayşe) ile Hanife`yi bıraktığı;
Sağlığında Bismil Noterliği aracılığıyla 7.3.1973 tarih, 1685 numaralı miras taksim sözleşmesi düzenlendiği, bu sözleşme de “… 1 ve 2 parsellerdeki payların Zübeyde, Hanife Mencide (Ayşe) ye; diğer (kalan) 63 parseldeki paylarını oğlu (davalılardan) Osman`a taksim ettiğini” bildirdiği, okur-yazar olmaması nedeniyle sözleşmenin kendisine okunduğunun belirtildiği;
1686 yevmiye nolu işlemde de davacı ve mirasbırakanın diğer kızlarının davalılardan Osman`a bırakıldığı ifade edilen taşınmazlardaki miras haklarına karşılık 500.000.- TL. aldıklarını beyan ettikleri,
Bu sözleşmelerin iki tanık tarafından imzalandığı;
Bundan 1,5 yıl kadar sonra 17.3.1975 tarihinde miras bırakan Çelebi`nin 138 yevmiyeli işlemle miras taksim sözleşmesinde adı geçen 22-23-24-25-26-27-28-67-68-20-21 parsellerdeki paylarını dava dışı Musa Bülte`ye, onun da 16.6.1975 tarih 227 yevmiye nolu işlemle davalı Osman`ın erkek çocukları davalılara satış biçiminde temlik edildiği;
Davalı Hasan`ın bizzat, diğer davalıların velisi Osman ve Anne Havva`nın işleme katıldıkları, keza miras bırakan Çelebi`nin 22.6.1982 tarih 331 yevmiye ile 1,2,6,9,10,11,12,7,8,15,16,29,30,31,66,32,60,62,63,64,65,66 parsellerdeki paylarını dava dışı dünürü M. Emin Güneş`e devrettiği; onun da davalılara aktardığı;
Ara malik Musa Bülte`nin temlik alırken ve temlik ederken bedel ödenmediğini belirttiği anlaşılmaktadır.
Eldeki davada davacı miras bırakan tarafından yapılan tüm işlemlerin muris muvazaası ile illetli olduğunu ileri sürerek pay oranında iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur.
Bilindiği üzere; irade ve beyan arasında bilerek yaratılan uyumsuzluk şeklinde tanımlanan muvazaa, pozitif hukukumuzda Borçlar Kanununun 18. maddesinde düzenlenmiş ve anılan maddede “bir aktin şekil ve şartlarını tayinde, iki tarafın gerek sehven, gerek akitteki hakiki maksatlarını gizlemek için kullandıkları tabirlere ve isimlere bakılmayarak, onların hakiki ve müşterek maksatlarını aramak lazımdır” hükmüne ver verilmiştir.
O halde muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır, şeklinde tanımlanabilir. Bir başka ifadeyle, irade açıklamasında bulunan taraflar bu açıklamanın kendisine yapıldığı kişi, irade açıklamasının sonuç doğurmamasıkonusunda anlaşmışlar, yalnız gerçek bir hukuki işlemin bulunduğugörüşünü yaratmayı istemişlerse, muvazaadan söz edilir.
Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada muvazaa kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide, gerek uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukuki işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar.
Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz.Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.
Şu halde, özellikle mevsuf (nispi) muvazaada ilke olarak görünüşteki işlemin altına saklanan ve tarafların içerik ve sonuçlarıyla birlikte gerçekleştirilmek istedikleri işlem (gizli sözleşme) geçerlidir. Bu geçerliliğin, tarafların gerçek ve uygun iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklandığı ve onun muvazaalı hukuki işlemin altına gizlenmiş olmasının, ilke olarak geçerliliğini etkilemediği her türlü duraksamadan uzaktır.
Ne varki, muvazaada gizli işlem şekle bağlıysa ve bu gizli işleme ilişkin irade açıklamaları şekle uygun yapılmışsa, görünüşteki işlem yapılırken yasaların öngördüğü şekle uyulmuş olması, gizli işlemdeki şekle aykırılığı gidermez. Bu durumda, görünüşteki işlem tarafların gerçek iradelerini yansıtmadığından herhangi bir sonuç doğurmadığı gibi, gizli işlem dahi şekle aykırılıktan dolayı geçersizdir.
Nitekim, bu ilke 7.10.1953 gün ve 8/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında çok açık bir şekilde dile getirilmiş; tapuda kayıtlı taşınmaz malın muvazaalı satış işlemiyle miras hakkından yoksun edilen kimselerin dava hakkına ilişkin uyuşmazlığın irdelendiği 1.4.1974 gün ve 8/7 sayılıYargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da tüm mirasçıların görünüşteki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilecekleri sonucuna varılmıştır.
Somut olayda, miras bırakanın çekişmeli taşınmazları 7.9.1973 tarihli miras sözleşmesi ile davalılardan Osman`a bırakmış iken sonraki tarihlerde dava dışı kişilere kayden temlik ederek daha sonra davalılara devir edilmesini sağlamıştır. Muris muvazaasında önemli olan miras bırakanın mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla hareket edip etmediğidir. Muris, tüm taşınmazlarını (davacı ve diğer kızlarına bıraktığı iki parseldeki paylar hariç) davalı erkek evladına ve ondan olma erkek torunlarına bedelsiz olarak çeşitli yollarla aktarmıştır. Mal varlığı itibariyle mal satmaya gereksinimi yoktur. Davalılar alım gücüne sahip değildir. Hatta bir kısım davalılar temlik tarihinde reşit olmayacak derecede küçüktür. Muris davalı taraf ile birlikte yaşamıştır. Anılan bu hususlar dosya kapsamı ile sabittir.
Belirlenen tüm bu olgular yukarıda açıklanan ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde olayda miras bırakanın asıl amacının satış yada miras sözleşmesi yapmak değil, muvazaalı olarak temlikleri gerçekleştirdiğinin kabulü gerekir.
Öte yandan Türk Medeni Kanununun 678. maddesi anlamında düzenlendiği savunulan sözleşmenin muvazaayı ortadan kaldırdığı, sözleşmeye karşı muvazaa iddiasında bulunulamayacağı anlamına gelmeyeceği tartışmasızdır. Zira madde hükmü ileride terekeye dahil olacak ya da dahil olan malların paylaştırılması ile ilgilidir. Miras bırakanın sağlığında mirasçılardan mal kaçırmak amacı ile yaptığı sözleşmelere onay verildiği ve dava hakkını ortadan kaldırdığı anlamında yorumlanamaz. Ayrıca toplanan deliller, sözleşmenin muris muvazaasına konu temliklerin kamuflesi amacıyla düzenlendiğini göstermektedir. Kaldı ki, muris çekişmeli taşınmazları ölümünden önce mal varlığından çıkartmak suretiyle sözleşmeyi uygulanamaz duruma getirmiş, böylece terekede mal kalmamıştır.
Diğer taraftan, butlanla ve yoklukla batıl olan sözleşmeler baştan veya sonradan onay verilmekle geçerli hale getirilemez. Başka bir deyişle olayda muvazaa bulunduğu gerçeğini ortadan kaldıramaz.
Tüm bu gerekçelerle olaya bakıldığında, miras bırakanın gerçekte davalı mirasçı oğlu ve onun erkek evlatlarına bağışlamak amacıyla ve fakat satış göstermek suretiyle çekişmeli taşınmazları dava dışı kişilere temlik ettiği; sonra da davalılara devrini sağladığı, duraksamaya yer bırakmayacak biçimde sabittir. Öyleyse murisin yaptığı temliklerin muvazaa ile illetli olmadığı söylenemez.
Hal böyle olunca, davanın kabulüyle davacının miras payı oranında iptal ve tescile karar verilmesi gerekirken aksine düşüncelerle davanın reddedilmesi doğru değildir. Anılan hususlar, karar düzeltme isteği üzerine yeniden yapılan inceleme ile anlaşıldığından HUMK.`nun 440. maddesi uyarınca karar düzeltme isteğinin kabulüne, Dairenin 2.7.2008 tarih 6777/8265 sayılı onama kararının ortadan kaldırılmasına, yerel mahkemenin 12.9.2007 tarih 90/2002 sayılı kararının BOZULMASINA…”) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI:
Dava, muris muvazaasına dayalı olarak miras payı oranında tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı, murisi babası Çelebi Al’ın sağlığında taşınmazlarını kendisi ve diğer kız kardeşlerinden mal kaçırmak amacıyla kısmen üçüncü kişiler aracılığıyla kısmen de doğrudan doğruya oğlu davalı ile oğlundan olma diğer davalılar olan erkek torunlarına tapuda satış olarak göstermek suretiyle gerçekte bedelsiz olarak bağış ile devrettiğini beyanla muvazaalı işlemlerle davalılar adına tescil edilen taşınmazların tapu kayıtlarının iptali ile miras payı oranında adına tescilini talep ve dava etmiştir.
Davalılar taşınmazların bedeli karşılığında satın alındığını, dava konusu taşınmazlar içinde muristen intikal etmiş taşınmaz bulunmadığını,ayrıca davacının miras taksim sözleşmesi ile kendisine düşen taşınmazlar dışındaki miras payını noterde düzenlenen sözleşme ile davalılardan Osman Al’a satarak bedelini aldığını belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmişlerdir.
Yerel Mahkemece, murisin sağlığında tüm mirasçıların katılımı ile noterde düzenlenen 7.9.1973 tarihli miras taksim mukavelesi ile yine 7.9.1973 tarihinde davacı ile davalılardan Osman Al arasında miras payının satımına ilişkin olarak noterde düzenlenen sözleşmelerin geçerli olduğu gerekçesiyle davanın reddine dair verilen karar, davacının temyizi üzerine Özel Dairece yukarıda belirtilen gerekçe ile bozulmuş; Yerel Mahkemece bozma kararına karşı önceki gerekçeleri tekrarla ilk kararda direnilmesine karar verilmiştir. Hükmü davacı vekili temyize getirmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, muris ile mirasçılar arasında imzalanan miras taksim sözleşmesinin geçerli olup olmadığı ile murisin dava konusu taşınmazları diğer mirasçılardan mal kaçırmak kasdıyla ve danışıklı olarak temlik ettiğinin kanıtlanıp kanıtlanamadığı noktalarında toplanmaktadır.
Bilindiği üzere muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır.
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun muvazaaya ilişkin “Akitlerin Tefsiri Muvazaa” başlıklı 18. maddesinde;
“Bir akdin şekil ve şartlarını tayininde, iki tarafın gerek sehven gerek akitteki hakiki maksatlarını gizlemek için kullandıkları tabirlere ve isimlere bakılmıyarak, onların hakiki ve müşterek maksatlarını aramak lazımdır.
Tahriri borç ikrarına istinat ile alacaklı sıfatını iktisabeden başkasına karşı, borçlu tarafından muvazaa iddiası dermeyan olunamaz.”
Hükmüne yer verilmiştir.
Öğretide nispi muvazaa olarak tanımlanan; tarafların gerçekte bir hukuki işlem yapmak isteyip bunu saklamak için başka bir hukuki işlem gerçekleştirmeleri halinde; görünüşteki işlem tarafların gerçek iradelerini yansıtmadığından ve tarafların iradeleri görünürdeki işlemin hukuki sonuçtan yoksun olmasına yönelik olduğundan sonuç doğurmayacağı için; gizli işlem ise şekle aykırılık nedeniyle geçersizdir.
Bu husus 1.4.1974 gün ve 8/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında; tüm mirasçıların görünürdeki satış sözleşmesinin muvazaalı olduğu ve şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerinin kabulü ile de teyid edilmiştir.
Yapılan açıklamaların ışığında somut olayın irdelenmesinde; mirasbırakan sağlığında dava konusu taşınmazları noterde düzenlenen miras taksim sözleşmesi ile davalılardan Osman Al’a bırakmış iken sonraki tarihlerdetüm malvarlığını üçüncü kişilere satış yoluyla devretmiştir. Murisin dava dışı kişilere mal satımını gerektirecek bir ihtiyacının olmaması, davalıların satım sözleşmelerine konu taşınmazları alım güçlerinin bulunmaması, bir kısım davalıların satım işlemi tarihlerindeki yaşları ve tüm dosya kapsamı gözetildiğinde miras bırakanın asıl amacının miras sözleşmesi veya satış yapmak değil, kız çocuklarından mal kaçırmak amacıyla muvazaalı olarak temlik işlemi gerçekleştirmek olduğunun kabulü gerekir.
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, miras taksim sözleşmesi yöntemine uygun düzenlense dahi murisin sözleşmeye konu mallar üzerindeki tasarruf yetkisi sona ermez. Mirasbırakan Çelebi Al da tasarruf yetkisinde bulunan sözleşmeye konu taşınmaz mallarının tamamını sağlığında devrederek elden çıkartmak ve terekede mal bırakmamak suretiyle sözleşmeyi uygulanamaz, dolayısıyla da geçersiz duruma getirmiş; yapılan taksim sözleşmesinden vazgeçmiştir.
Durum bu olunca, miras taksim sözleşmesinin hukuki varlığını sürdürdüğünden ve uygulanabilir olduğundan söz edilemez.
Öte yandan, davacı miras payını davalılardan Osman Al’a noterde düzenlenen sözleşme ile bedeli karşılığında devretmiş ise de bu sözleşme tarihinde muris sağ olup, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 678. maddesi (Mülga 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi 613. madde) uyarınca mirasın açılmasından önce, diğer bir deyişle murisin sağlığında mirasçınınmiras bırakanın katılması veya izni olmaksızın miras hakkında diğer mirasçılar veya üçüncü bir kişi ile yapacağı sözleşmeler geçerli değildir. Diğer bir anlatımla, davacı ile davalılardan Osman Al arasında düzenlenen ve davacının miras payının davalıya devrine ilişkin sözleşme murisin sağlığında düzenlenmesine rağmen murisin katılımı veya izni ile yapılmadığından geçersizdir. Bu nedenle, geçersiz bu sözleşmeye dayalı olarak davacının miras payını devrettiğinin kabulü ile eldeki tapu iptal ve tescil talebinin reddine karar verilmesi doğru bulunmamıştır.
Diğer taraftan, dosya içerisinde mevcut belgelerin incelenmesinden dava konusu 13 ve 14 parsel nolu taşınmazların muris Çelebi Al’a ait olup olmadığı veya bu taşınmazlarda payı bulunup bulunmadığı anlaşılamamaktadır.
Yerel Mahkemece yapılacak iş; öncelikle dava konusu taşınmazlardan 13 ve 14 parsellerin de tapu kayıtlarının, tüm tedavüllerinin resmi senetleriyle birlikte celbi ile murisin bu taşınmazlarda mülkiyet hakkının bulunup bulunmadığının araştırılması; bu taşınmazların tamamen veya kısmen murise ait oldukları ve muristen geldiklerinin tespiti halinde dava konusu diğer taşınmazlarla birlikte değerlendirilerek muris tarafından yapılan devir işlemlerinin muvazaa nedeniyle geçersiz olduğunun kabulü ile tüm taşınmazlar yönünden davanın kabulüne karar verilmesi; bu iki taşınmazın murise ait olmadığının tespiti halinde ise terekeye dahil olmayan bu taşınmazlar yönünden davanın reddine, terekeye dahil diğer taşınmazlar yönünden ise davanın kabulüne karar verilmesi olmalıdır.
Yerel Mahkemece açıklanan gerekler yerine getirilmeksizin eksik inceleme ve hatalı değerlendirme ile direnme kararı verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Direnme kararı, açıklanan bu değişik gerekçeyle bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile BOZULMASINA, oyçokluğu ile karar verildi.